Hepimiz gerçeklerden ve yaşama gayemizden habersiz bir şekilde, bu hiç de matah olmayan, kan ve gözyaşının hüküm sürdüğü dünyada uçsuz bucaksız beklentilere kanat çırparak yaşamaya çalışıyoruz.
Dünyada bir canavar gibi yaşamaktan bizleri alıkoyacak olan maneviyatımızı birkaç sloganik söylem ve eyleme indirgemiş durumdayız.
Yeni bir vahiy gelmeyecek biliyoruz…
Halbuki bize kılavuzluk edecek bir kitap ve hayatı ile örneklik teşkil eden bir Rasul önümüzde durmaktadır.
İçimizdeki korkuları ve Allah’a ulaşmamızın önünde duran putları (Para, Makam, şöhret, vesaire) ortadan kaldırdığımızda dünya ve bireysel hayatımız yeniden sünnetullaha uygun olarak şekillenecektir.
Şu anda dünya bir yokoluş sürecine doğru yuvarlanmaya devam ediyor. Karar verici rolünü eline geçirmiş olanlar bu süreci köpürterek hepimize yenilmişlik duygusunu icbar etmekteler…
Toplumların atomize olması, cemaatlerin para ve güç dışında bir amacının kalmaması ve Ahlakilik ilkesinin terkedilmesi sebebi ile ümide yönelik kimsede bir beklenti kalmamış, kıyametin gelmesini beklemektedir.
Peki tek gerçek bu mudur!
George ORWELL’in 1984 Romanında resmettiği, bu günlere ışık tutan ve artık bir realite olarak hayatımıza nüfuz eden “Büyük Birader” den bir kurtuluş yok mu!
2. Dünya Savaşı sırasında dünyanın artık yaşanabilir bir yer olmaktan uzaklaştığını düşünüp intihar eden “Amok Koşucusu” Stefan Zweig gibi kendimizi feda ederek bu yaşadığımız dünya ile ilişkimizi sonlandırmayacağımıza göre başka bir çözüm bulmak lazım.
Desem ki, Allah’a ve Rasulüne sığınarak kendimize korunaklı bir alan oluşturalım; Çok beylik bir söz söylemiş olurum.
Peki ne yapmak lazım! Önce henüz İslam ile tanışmayan Ömer’in ADALET’ini kuşanmak gerekiyor. Sonra mazlum muhacirleri koruyup muhafaza eden Habeşistan kralı Necaşi Ashame’nin HAMİ’liğini ruhumuza nakşetmek gerekiyor. Son olarak da “Savaş ölünce değil, Düşmana benzeyince kaybedilir” diyecek kadar kendi dinine inanan ALİYA’nın SADAKAT’ini yaşamımıza yansıtmamız gerekmektedir.