Geçtiğimiz yılın son günlerinde Türklerin kupa finali için gittiği Riyad’da planlanan maç başlamadan oynandı bitmeden sona erdi. Atatürk’ün (Gazi Mustafa Kemal) attığı gollerle Türkiye’nin kazandığı maçın ardından ülkeye dönen takımlardan özellikle Fenerbahçe’ye beslenen kin ve düşmanlığın üzerinden yapılan tartışmalar daha bitmeden “Bitpazarından nurlu nurtopu meselemiz hilafet” tartışmaları gündem oldu.
Neye karşı olduğunu sembolleri düzeyinde dahi tam olarak bilmeyen bir gencimiz, elinde tevhid bayrağı taşıyan bir başka gencimize kendisinin de hemen sonra onaylamadığı ani bir davranışta bulundu. İşi kusur örtmek olması gereken bir başka “gereksiz” de araya girerek aynısını tekrar etti. Olay yerindeki tüm gerginliklere son veren ise genç bir trafik polisinin varlığı oldu. Halifenin değil, devlet ya da cumhurbaşkanının değil genç bir trafik polisinin. Onun yanında sükunete kavuşan hikayenin bu perdesi, daha sonra gereksiz boyutlara getirilmek istense de kamuoyundaki tepkiler üzerine ederi kadar değerlendirilerek kendi içinde şimdilik kapandı.
Osmanlı’da padişahların tahta çıkmadan önce zamanla gittikçe sıradanlaşan bir törenle devraldıkları halifelik ünvanı, kuru bir sultan titri olarak kalmasının dışında uzun yıllar hiçbirinin umrunda dahi olmadı. Abdulhamit’in özellikle Balkanlarda başlayan ulusçu hareketlerin neden olduğu toprak kayıplarının Arap bölgelerinde de devam etmesini engellemek ve imparatorluğu ayakta tutmak için vurguladığı “halifeliği” o zaman da bir işe yaramadı. İnanın bu çağda da hiçbir işe yaramaz. Hilafet makamını ve halifeliği dini bir kurum ve makam olarak kabul eden inanç yapıları bu kurum ve makamın tarihi seyrini izlemeye biraz vakit ayırsa gerçeğin böyle olmadığını görecektir. Peygamberimizin vefatından hemen sonra İslam’ın değil ama müslümanların tarihini kan ve gözyaşı ile yazanların bu kurum ve makama oturanlarla karşılarında pozisyon alanların olduklarını rahatlıkla görecektir. Kurum ve makam olarak çok kısa bir sürede saltanata evrilen yapının üstü de altı gibi tamamen dünyevi tamamen nefsidir. Tarihte hilafetin Türklerde kalarak devam etmesini isteyenlerin İngilizler olduğunu bilmek ise dün için olduğu kadar geleceğimiz için de yeterlidir.
Ortada fol yokken “hilafet” tartışmalarını yumurtlayanların, bu yumurtanın üzerine hemen kuluçkaya yatanların çıkarmak istediği civcivin ne Türk ne de İslam dünyasına yaratacağı bir besin değeri yoktur. Türklerin Osmanlı’dan daha fazla değer gördüğü devlet Türkiye Cumhuriyeti’dir. İslam’ın siyasal, sosyal, ekonomik yaşama dair sorunlara hiç de ideolojik olmayan yaklaşımını bilmeyenlerin batı tarih ve kültüründe Katolik Kiliseye beslenen öfkeyi gelip getirip İslam coğrafyasına taşımaları kadar, mezheplerini dinlerinin önüne koyanların da su taşıdığı bu suni gündem değirmeninin öğüteceği şeylerin olsa olsa her gün sulansa, sulandırılsa da milli ve manevi değerlerimiz olacağı açıktır.
İslam dini adaleti, özgürlüğü, eşitliği esas olan bir dünya hayatının ilkelerini ortaya koyar. Hiçbir ideoloji ya da yönetim biçimini dikte etmez. Yönetenlerin istişare halinde adaletle, kişi hak ve özgürlüklerine itina göstermesini emir ya da tavsiye eder. Bunlar ibadetlerden daha önemlidir çünkü kitleleri doğrudan etkiler. Dini namaza, oruca, hacca vs ibadetlere daraltanların ki bu ibadetler İslam’dan önce de vardır hikayesi ile Katolik ruhbanların tarihteki satırları aynı elin tuttuğu kalemden mürekkeplenmiştir. Bu meşe mazısından mamül mürekkebin karaladığı hiçbir hikayenin ülkemizin ocaklarına incir ağacı dikmek dışında kurgu taşımadığını bilmek için ister laik, ister seküler, ister dinci, ister dinbaz tüm kafaların nefslerinden önce akıllarına müracaat etmeleri gerekir.
Her bir tarafı yangınlarla çevrili ülkemizin hala dumansız kalması her düşünceden, her görüşten yerli, yabancı kundakçıların öfkesini arttırdığı kadar iştahını da kabartırken yapılması gereken yıllardır bizi birarada tutan değerlerimize aile ölçeğinden başlayarak toplum düzeyinde sahip çıkmaktır. Bu değerlerin milli ya da manevi olanına öncelik vermek ne dinci ne de seküler bir yobazın eline bırakılmayacak kadar hayati önem taşımaktadır.
Muvaiye de Yezid de halifeydi. Onların İslam tarihinde yarattıklarına benzer fitneyi, fücuru cumhuriyetin genç bir trafik polisi elini oynatmadan sadece orada olarak ve sadece dik durarak bertaraf edebildi. İşte devlet o genç tarfik polisi, işte millet o milliyetçi, cumhuriyetçi ya da mütedeyyin iki gencimizin şahıslarında vücud bulandır.
Her tarafı yangın yeri olan ülkemiz, şimdi de bu hikayenin üç kahramanının arasında yaratılmak istenen ayrışmaların kıskacına alınmak isteniyor. Tarihte İngiliz son otuz yılda Amerika tarafından açıkça dillendirilerek. Hikayedeki o “gereksiz” ve gibilerini de bilerek ya da istemeden maşa olarak kullanılmaya razı ederek.
Tevhid, yaratılmışın yaratılışına, doğasına uygun yaşamasıdır. Tevhid inansın, inanmasın her yaratılmışın fıtratına yazılmıştır. Tevhid fıtridir hilafet sunidir, el yapımıdır. Siyasi bir kurumdur. Dinle, dinayetle, diyanetle kurulmak istenen ilgisi de sunidir. Tevhid tekliğin kabulüdür. Hakikatin dayanağını çoğunlukta arayanların çoğunlukla yaptığı hataların bir ürünü olan hilafet ya da halifelik gibi çoklu değildir. Daeş liderinin dahi kendisini halife ilan ettiği dünyada sentetik bir kafa bulandırıcıdır. Uzak durmak, değil çocukların ulaşacağı yerlere, zihinlere, düşüncelere dahi sokulmamalıdır.
Osmanlı’dan kalan miras üzerine inşa edilen Atatürk’ten emanet cumhuriyete alaylı, mektepli alayımız sahip çıkmalıyız.Haydi Allah’a emanet…